GÜNEŞİN GÖZLERİ

Kaldırım taşlarının arasından yuvasının insan eliyle yok edilmesine inat kafalarını çıkaran ve yaşam mücadelesi veren o renkli çiçekler gibi çaba gösteriyordu Mahmut da yaşayabilmek için. Yürürken bile zorlanıyordu. Açlık sınırının da altında beş kişilik bir aileye bakmaya çalışıyordu. Tek amaçladığı evden amaçsızca çıktığı günün akşamında bir parça ekmek ile dönebilmekti.
O gün de her gün olduğu gibi çıktı evden ağır ağır. Yolda ilerlediği esnada önce bir patlama sesi duyuldu. Sonra hissetti sırtından gelen soğuğu. Kan ılık akıyordu ama bedenini soğutuyordu sanki. Yere yığıldı. Göz ucuyla bakmak istedi bunu ona yapan hainin kim olduğuna. Kafasını çevirdi yavaşça. Elleri titrek, göğsü hızla inip çıkarken, gözlerinden fışkıran alevler yaktı önce Mahmut’un içini, son kez bakışıyordu katili ile. Sondu belki ama ilk bakışmaları bu değildi. İlk kez, bundan tam 20 yıl önce doktorlar kız babası olduğu haberiyle kucağına verdiklerinde görmüştü bu alevli gözleri. Aynı alevlerdi. Mahmut gözlerini yumdu, aklından anıları geçerken veda etti hayata.
Kızı Seda ise artık bir baba katiliydi.
Katil olmayı hayal ederek geçirdiği beşinci senesine girmişti Seda. Öylece çöktü asfaltın ortasına huzurla. Uzun zamandan sonra hiç bu kadar rahat hissetmemişti kendini. Babasının sırtından kanlar asfalta yayıldıkça daha da rahatlıyordu Seda. Sessizliğin ortasına gözlerini babasından bir saniye bile çekmeden, yere yığılmış, boynu yana eğik gülümsüyordu öylece. Bu sessizliği annesi Meryem’in çığlıkları bozdu. Tüm mahalleyi ayağa kaldırdı çığlıklarıyla, bir tarafta kocası kanlar içinde yerde yatıyor, diğer tarafta kızı elinde silahla gülümseyerek ona bakıyordu. Önce kocasına sonra kızına yöneldi Meryem, hangisini nasıl tutacağını şaşırmış en sonunda tam aralarına çömelip haykırmaya başlamıştı. Kendini dövüyor, durmadan bağırıyordu. Etraf ağır ağır kalabalıklaşmaya başladı, bir kısmı telefonlarını çekip gazeteci ruhuyla yayına geçmişti, diğerleri ise çekirdeklerini almayı unutmuş heyecanlı bir film izleyicisiymişçesine meraklı gözlerle bakıyorlardı olay yerine. Merak; gizli, sinsi, içten ve sessiz duygu merak. Mahallenin her yerini sarmış, Mahmut’un ölümüne şahitlik ediyordu.
Seda bir saniye bile kıpırdamadı yerinden, gülümsemesinden de hiçbir şey kaybetmedi. Yıllar önce kaybettikleri gelip onu yeniden bulmuş gibiydi. Soyu tükenen bir canlı türüymüş de son anda çiftini bulmuş ve yok olup gitmeyeceğini öğrenmiş gibi mutluydu. Bir kadın polis tuttu bu esnada kolunu. Vücudunun uyuşukluğundan farkına bile varamamıştı birinin onu ayağa kaldırmaya çalıştığını.
“Kızım kalk ayağa, şşşş sana diyorum. Kendine gel. Hadi zorluk çıkarma bana. Kalk.” Diye bağırdı polis. Seda sanki ağır çekimde sallanıyordu polis dürttükçe. Ağır ağır gözlerini Mahmut’tan aldı ve polise döndü gülümseyerek. Kafasını öne eğdi, sakince yerden destek aldı ayağa kalkarken, bir kolundan da polis destekliyordu. Kalktı, etrafına baktı, herkes kınayan gözlerle, ağızlarının kenarlarından söyleniyordu, baba katili diye fısıldayarak. Tüm fısıltılar kulağında çınlıyordu sanki Seda’nın. Toplum mahkemesinin önünde darağacına çıkarılmıştı çoktan, fısıltılar çekecekti ipini. Son kez yeniden baktı Mahmut’a, dudağının kenarından yerleşti tebessümü. Kafasını yukarı kaldırdı, derin bir nefes aldı ve şükretti. Doğaya, Allah’a, uğrunda inandığı her şeye. Annesi Meryem ağıt yakarken yan gözle bakıyordu kızına. Gözlerini dikip bakmaya korktuğu her halinden belliydi, asfalt yarılsa içine girecek gibi kızarmıştı suratı. Utanç vücudunu bir sarmaşığın direğe sarılması gibi sarmıştı.
Polis arabasına bindirdiler Seda’yı. Götürdüler. Arkasından fısıltılar yüksek nidalara dönüştü, sanki kendi kalesine gol atmış bir futbolcuyu yuhlar gibi bağırdılar, aşağıladılar. Meryem başı önde ağıtına devam ederken, komşular kaldırdı asfalta yapışmış bedenini, Mahmut’u da ambulansla götürdüler bir hastanenin morguna.
Soğukluğu kokusundan gelen küçük bir odanın içinde demir, sert ve rahatsız küçük bir sandalyeye oturtmuşlardı Seda’yı. Önüne de bir masa koymuşlardı. Kan kokusu geliyordu burnuna, az ama hissedilecek oranda sızlıyordu sanki. İçi üşüyordu. Sorgusu için bir kadın polis girdi içeri;
“Seda Yıldırım.” Dedi sert bir tonda. İsmini duyduğu an yüzü kesildi sanki Seda’nın. Jilet gibi bir sesti.
“Anlat! Neden öldürdün babanı?” diye devam etti. Seda ilk kez yaptıklarının nedenini soran biriyle karşı karşıya kalmıştı. O soğuk odada içini ısıtan tek kelime vardı. Neden? Ne güzel bir soruydu bu, yargısız, anlayışlı, naif, saygılı, sakin. Gülümsedi yeniden;
“Anlatayım.” Dedi.
Henüz 15 yaşından başladı anlatmaya, beş sene önce hayalleri olan, umutları yemyeşil o kızın hikayesini en başından anlatmak istedi.
Sıcacık, güneşin tüm vitaminlerini insanlığa sunduğu, kuşların şarkılarını seslendirip mutluluk saçtığı, doğanın tüm canlılarının varlıklarını kanıtladıkları güzel bir yaz sabahıydı. Seda okul kıyafetlerini giyinmek için soyunmuştu. Bu esnada aniden kapısı açıldı, babası Mahmut girdi odaya, henüz gelişememiş vücudunu nereye saklayacağını şaşırdı Seda, nereye kaçacağını bilemez halde küçük bir çığlık attı. Babası Mahmut üzerine doğru gelip ağzını kapattı;
“Şşşş, sus bakalım. Bağıracak bir şey yok.” Dedi ve ellerini vücudunda gezdirmeye başladı. Seda babasına karşı koymaya çalışmış ama suratına ağır bir tokat yemişti. Bir tokatla yere yığıldı, Mahmut hızını alamamış, dövmeye devam etmişti kızını acımasızca. Seda acıdan bayıldı öylece, Mahmut ise hırsını alamayan bir boğa güreşçisi gibi üzerine çıktı Seda’nın. Her kötülüğün karanlıkta olmadığını kanıtlarcasına güneşin gözleri önünde tecavüz etti kızına. Defalarca. Seda ayıldığında sadece yüzünün değil her yerinin kanadığını gördü. Ağlayamadı bile, çaresizce, ne yapacağını bilemez halde banyoya koştu, duşa girdi. Vücudunu, derilerini yüzmek için keseledi adeta, tüm bedenini yırtarcasına keseledi saatlerce. Sessizce gözlerinden akan yaş dışında sıcak hiçbir şey yoktu etrafta. Buz gibi bir suyun altında yıkıyordu kendini, yıkamaktan çok öldürmeye çalışıyor gibiydi. Odasına gitti, hiç çıkmadı. Akşam Meryem gitti yanına;
“Kız hayırdır yattın kaldın, okula da gitmemişin bugün, baban dedi.” Diye söylendi. Seda isminin aksine hiç ses çıkarmadan öylece yatıyordu.
“Şşşt kııız sana diyorum, bak kırdıracan ha bir tarafını bana. Ne oldu?” dediği an gözlerinden yaşlar akmaya başladı Seda’nın. Meryem neler olduğunu anlayamadığı için endişelenmeye başlamıştı;
“Seda, kızım, ne oldu Allah aşkına söyle, ne diye ağlıyon şimdi durup dururken. Anlat yavrum ne oldu?” dedi yalvarırcasına.
“Anne.” Diyebildi sadece Seda. Sarıldı annesine sıkı sıkı.
“Bırakma beni.” diye haykırıyor, bir yandan da ağlıyordu.
“Yavrum korkutma beni, hadi anlat ne oluyor?”
“Babam, çok kötü şeyler oldu.” Dediği an anladı Meryem neler olduğunu. Bir anda sarıldığı kızından uzaklaştı, suratına taktığı merhamet ve endişe maskesi yerini öfkeye bıraktı;
“Tamam sus! Deme daha bir şey. Unut bunu. Kes sesini yat aşağıya! Daha da açma bu konuyu. Anladın mı beni?”
Seda annesinin bu tepkisiyle neye uğradığını şaşırmış, bir hançer daha yemişti sırtına. Ona sırılsıklam gözlerle, çaresiz ve yalvarırcasına bakan kızına inat devam etti;
“Bak iyi dinle beni! Bir daha duymayacağım bunu. Duydun mu beni? Unutacaksın! Susacaksın! Yoksa öldürürüm seni.”
Çok canı yanmıştı Seda’nın Mahmut’un yaptıklarından ama Meryem’inki daha çok acıtmıştı. Sanki yarasını deşmiş sonra kızgın bir sopayla dağlamıştı her yerinden. İçine bir yangın düştü. Hiç sönmeyecek bir yangın.
Meryem olimpiyatlarda yarışan bir atletten daha hızlı şekilde plan yaptı ve Seda’yı okuldan aldı, kuzeni Serhat’la evlendirdiler. Serhat 30 yaşındaydı ve Seda’yla evlenirken her şeyden haberi vardı. Ona dokunmamaya yemin etti.
Mahmut bu evde de rahat bırakmadı Seda’yı, aklını, beynini, vicdanını yitirmiş gibi neredeyse her gün gelip zorla tecavüz etti öz kızına.
Seda çok geçmeden fark etti hamile kaldığını, Meryem her gün utanmadan kontrole gidiyordu kızını. Yine eve geldiği gün, Seda’yı salonda öylece otururken buldu;
“Kız ne oldu yine? Bakışın bakış değil haa, öyle deli deli hareketler yapma.” Dedi. Seda ona döndü sahte ve iğrenç bir gülümseme takındı yüzüne;
“Hayırlı olsun, üvey çocuğun oluyor.” Dedi. Meryem Seda’nın hamile kaldığını öğrendiği an sendeledi, söyledikleri kulaklarını tırmalıyordu sanki. Doğur bu bebeği demesinler diye annesinin üzerine gitmekte bulmuştu çareyi;
“Tövbe tövbe, kes salak salak konuşma, Serhat’tan diyecen herkese, sonrasını ben halledecem.” Dedi ve çıktı evden. Hızla çok güvendiği komşusuna gitti, kan davalısını bulmuş bir katil gibi çalıyordu kapıyı, bir yandan da bağırıyordu;
“Ayşe, kız Ayşe, aç kapıyı çabuk, Meryem ben.”
“Dur kız dur geldim, anaaa alacaklı gibi, hayırdır ne oluyor?”
“Ocağına düştüm Ayşe, konuşmamız lazım, gir içeri.”
“Kız korkutma beni, ne oldu anlat.”
“Bizim Seda hamile kalmış.”
“Anaaaa e ne güzel, hadi hayırlı olsun.”
“Ne diyon be? Kafayı yedin herhalde. Kız daha küçük, doğurtamayız, polis biner tepemize. İmam nikahlı hem bunlar.”
“Aman ne dert ettin. Bir şey olmaz. Ebe var bizim Zehra abla, o halleder. Sanki biz 18’imize basıp doğurduk.”
“Doğru diyon ben bizimki manyak manyak konuşunca ne yapacağımı şaşırdım.”
“Ne diyon Allah aşkına Meryem? Zehra abla bütün mahalleyi doğurttu, Seda’yı mı doğurtamayacak”
“Tamam Zehra’yla konuşalım o zaman.”
“Ama para lazım biliyon de mi? Bedavaya zor iş.”
“Tamam söyle sen kaç paraysa, bulacam ben.”
“İyi sorarız madem.”
“İyi uzatma hadi ara şu Zehra’yı.” Dedi Meryem kendinden emin bir şekilde. Ayşe anlayamamıştı bu telaşı ama yine de görüştü Zehra’yla. Paradan kendisi de nasiplenmeye karar verdiği için çok üzerine düşmedi.
Seda karnı burnunda, içinde yaşayan canlının kardeşi mi, çocuğu mu olacağından habersiz öylece bekledi. Sokağa çıkmadı hiç, kimseyle konuşacak gücü kalmamıştı.
Gecenin yarısı aldılar Seda’yı evden. Seda gözlerinde alev, ağzını bıçak açmadan, direnmeden olanlara uyum sağlıyordu. Depoya benzer soğuk bir odaya soktular onu, Zehra da orada bekliyordu. Seda ne olduğunu bile anlayamadığı kürtaj masasına henüz 17 yaşındayken yatırıldı, bebeğini dünyaya getirmek için. Ayaklarını iki yana açıp zoraki koydukları metal alete baktı, neredeyse yetişmeyecekti, canı yanıyor ama gıkını çıkarmıyordu. Korkmuyordu artık hiçbir şeyden. En kötü ölüm bile onun için en güzeli olacaktı. Sancıları arttıkça suratı kızarıyor ama sesi çıkmıyordu, Zehra;
“Ne dayanıklı kızsın sen, domuz gibi maşallah, bağırsana evladım, ıkınman lazım.” Dedi gülerek. Seda sessizce denileni yaptı, çıkardığı tek ses ıkınma sesiydi, acıdan ölecek gibi oluyor ama bağırmıyordu. Uzun uğraşlar sonunda doğurabildi, doğurduğunda vücudundaki acı dinmeye başlamıştı, daha fazla dayanamadı bedeni, bayıldı.
Uyandığında evde yatağa yatırılmış halde buldu kendini. Bebek yoktu hiçbir yerde, anlam veremedi. Midesi bulanıyor, etrafı bulanık görüyordu. Kilodunda ıslaklık hissetti. Tuvalete gitti ağır adımlarla, kan olmuştu her yeri. Yine korkmadı, nedenini sormak bile gelmedi içinden. Meryem’in evde ayılmasını beklediğini tuvaletin kapısı tıklatılınca anladı;
“Kız, Seda, iyi misin?” dedi. Seda cevap vermedi, bir süre sonra açtı kapıyı, annesine nefretle bakıyordu. Meryem, Seda’nın bakışlarından gerilmiş bir tonda;
“Bakma diyom sana böyle deli deli, merak etme bakmayacan o bebeye.” Dedi kendini affettirmeye çalışırcasına. Seda yine cevap vermeden odasına yöneldi, ayakta duracak hali yoktu ama Meryem’in sesini duydukça yeniden bayılmak geliyordu içinden. Meryem de peşinden gitti hemen;
“Kız sana diyom, anlamadın mı? Halledecem dedim hallettim işte. Zehra’dan aldım bebeği, seni eve getirdik, sonra bebeği aldım, boğduk, gömdük babanla.” Dedi. Seda duyduklarına inanamamış, annesinin bu soğukkanlılıkla her şey normalmiş gibi anlattıkları kanını dondurmuştu;
“Defol git bu evden hemen.” Diye bağırdı. Meryem korkuyla kaçtı hiç sorgulamadan. Seda’nın içindeki nefret gitgide katlanıyordu.
Her seferinde bu nefrete ve acıya son vermek için kendi ölümünü düşündü. Gelip onu bulsa ne çok sevinecekti. Belki onu bulmadı ölüm ama Mahmut’u ölüme o götürecekti. Bebek katili Meryem’i de ihbar edecek ve kalan hayatını da kusmuk ve dışkı dolu bir hücrede geçirmesini sağlayacaktı.
Silahı arka sokaklardan tanıdığı bir arkadaşının onu götürdüğü yerden aldı, elinde neyi var neyi yok verdi, elaleme göstermek için kolundan çıkarttırmadıkları bileziklerin hepsini sattı.
Güneşin doğup tüm vitaminlerini insanlığa sunduğu, kuşların şarkılarını seslendirip mutluluk saçtığı, doğanın tüm canlılarının varlıklarını kanıtladıkları o güzel yaz sabahından tam beş yıl sonra aynı gün Mahmut kapıdan çıktıktan sonra doğrulttu silahını. Seda’ya göre güneş, bu kez en güzel ölüme şahitlik edecekti.
Polis gözleri dolu dolu dinledi Seda’yı, devam etti;
“Yani komiserim, anlayacağınız o adam beni beş yıl boyunca her saniye defalarca öldürdü. Ben de bu güzel yaz sabahında onu öldürdüm. Bilerek, isteyerek, mutlulukla. Güneş şahidimdir.”
Korkak fısıltılarla kınadığın katillere, önyargılarla yaftaladığın insanlara, sorgulamadan infaz edip darağacına astığın suçlulara, oturduğun yerden göbeğini kaşıyarak vardığın kararlara dön bir bak. Asıl suçlu kim? Sen mi? Ben mi?
Gökçe Atabek