BEKÇİ

Cesaret ve aptallık arasına bir çizgi çizecek olsaydın ne kadar kalın olurdu sence? Henüz vücudunun bile o hızla üretemediği menini vücuduma sıçratırken cesur muydun? Yoksa aptal mı? Ben aptaldım mesela, henüz 9 yaşında sanki bir cezvenin içinde harlı ateşte eritilip kısa süreliğine soğumaya bırakılmış bir sakızın üzerimde ne işi olduğunu çözemeyen bir aptaldım. Sense o karanlık günde büründüğün vahşiliğin aksine, yıllar sonra seninle aynı mesleği yapanları utandıracak, korkak bir bekçi oldun.
Bekçi…
Şimdi ise bir çocuk çığlığı gibi düdüğün. Hırsızları sen gelmeden kaçırmayacak, hiç korkutmayacak [ölümlü olduğunu bir tek o işi yaparken hisseden Büyük İskender’i haklı çıkarırcasına sahip oldukları bir organa sahip çıkamayacak kadar beynine kan gitmeyen bir aptal ama yumruklarının sertliğine güvenen bir cahili kapıldığı o andan çıkaramayacak kadar güçsüz] bir çocuk çığlığı gibi. Tiz, naif ve cılız. Yazık. Neyse boş ver söylediklerimi, anlamadın zaten, sen çal yine de düdüğünü. En değerli düdük sonuçta bu. Sabah eve giderken, şimdilerde elmas değerindeki bir ekmek, birkaç soğan, biraz da patates alabilmeni, kırk beş yaşına geldiğinde küçük bir düdük sayesinde yapabileceğini yıllar önce ben söylesem bana inanmazdın. Tamam, evet haklısın, bana söyleseler ben de inanmazdım. Ama oldu işte bak. Şimdi gece, sen çıkıyorsun meydanlara, karanlık iyiden iyiye bir çarşaf gibi örtmeye geliyor kötülüklerin çıkmak için pusuda beklediği sokağı. Düdüğünün sesini aramaya başladı bile insanlar. Duyup kendilerini güvende hissediyorlar mıdır sence? Ben mesela, hiç hissetmiyorum. Sen çaldıkça benim kalbim, hafif sıyrılmış yarama limon sıkmışlar gibi sızlıyor. Benimki basit bir sızı. Peki senin düdüğüne rağmen aynı yıllar önce benim gibi şimdi beş, on yaşlarında şehrin karanlık örtüsünün altında ezilmiş o çocuk, ekolojik düzenle en ufak bir ilintisi olmadan bir kat daha çıkmaya yeteri kadar para alamadığı için imara izin vermeyen belediyeye inat, daha az rant elde edecek olmanın bencilliğiyle kaçan müteahhittin inşaatının kazınan en alt kısmında bacak aralarından kan akarken ne hissediyor sence? İnce bir sızı mı yalnızca? Ya da güven? Hiç sanmam.
Sen ne sandın peki? Hani o kadın, senin düdüğünün hemen arkasından ama gözlerinin önünde parçalara ayrılırken ne sandın da arkanı dönüp bir çizgi film harikası olan ayakları koşarken seçilemeyen o yol koşucusu yani bilinen adıyla road runner gibi kaçabildin? Ne sandın da soğan ekmek yemene rağmen son model ve düdüğünü çalarken bile elinden düşüremediğin o telefonuna uzanamadın bir türlü? Neden aramadın bu ülkenin her şey olup bittikten, ölen öldükten, olan olduktan sonra olay yerine intikal edebilen polisini? Ne sandın? Biliyor musun aslında artık ne sandığının da bir önemi kalmadı. Çünkü çoktan kadının toprağa karışma hakkı elinden alınmış bedeni parçalara ayrılmış şekilde etraftaki aç hayvanların karınlarını doyuruyor bile. Belki bir hayvan seversindir. Hayvanları ben de en az senin kadar seviyorum. Eminim bu zamana kadar tüm doğallığı elinden alınmış yiyeceklerle beslenen bir insan eti yerine daha sağlıklısını bulabilirdik onlar için. Olmadı. Umarım hayvanlar kanser olmaz. Olsalar ne fark eder ki senin için zaten? Sen yine sanar ve kaçarsın. Ama düdüğün, bak o önemli. Onu mutlaka çal. Yıllar önce hayatımı çaldığın gibi, usul usul, karanlıkların ardına gizlenerek çal.
Gökçe Atabek
